
Sosyoloji ve Psikanaliz Bağlamında Kürt Toplumunun Yabancılaşması
Erich Fromm 1928 yılında yazdığı “psikanaliz ve sosyoloji” adlı makalesi ile insanın psişik/ psikanalitik/ psikolojik ve toplumsal yanının birbirinden ayrı yapılar olmadığını belirterek yeni bir senteze girişir. 28 yaşında teorik temellerini oluşturduğu bu metodoloji; Sosyoloji ve psikanalizi yani Karl Marx ve Sigmund Freud’u yakınlaştırma çabasıydı. Fromm bazı azınlıkların insanları-toplumları yabancılaştırdığı, yalnızlaştığı ve özgürlüğünü elinden çaldığını yüksek bir sesle beyan etmiş ve nevrotik rahatsızlıkların temelinde modern toplumun-azınlık toplumunun büyük bir payı olduğunu dile getirmiştir.
Freud psikanlizinde yabancılaşma kavramı uygarlıkla ilişkilidir. Freud’a göre uygarlıkla/toplumla bütünleşmiş olan insan aynı zamanda kendisine yabancılaşmış insandır. Uygarlığın ortaya çıkışı insanın kendisine yabancılaşmasının sonucudur. (Adorno) Freud’a göre uygarlığın/ toplumun birey üzerinde bir baskısı mevcuttur. Ve bu baskı sonucunda yükseltme ve nevroz gibi iki sonuç doğurmuştur. Yüceltme denilen kavram toplumdaki ahlak, din, kültür gibi kurumları ortaya çıkararak toplumun gelişimini sağlar. Diğer taraftan uygarlığın/toplumun bireyler üzerindeki baskısı, bireyin içgüdü tatmini sağlayamadığı için nevrozlar ortaya çıkar.
Marx ise yabancılaşma kavramını Hegel ve Feurbach’tan almış ve büyük bir değişime tabi tutmuştur. Marx’a göre yabancılaşma, toplumsallaşmış emek ve iş bölümünün bir sonucudur. İş bölümü emeğin toplumsal özelliğinden bir anlatımıdır. Emek, insan hayatının yaşanması sürecinde hayatım dışsallaşmasının ve yabancılaşmasının bir ifadesi olarak kabul edilir. Yine Marx’a göre yabancılaşma, insanı tarihsel özüne yabancılaşmasıdır. Ve Marx 3 tip yabancılaşma biçiminden bahsetmektedir.
1) İnsanın doğaya yabancılaşması 2) İnsanın kendine yabancılaşması 3) İnsanın insana yabancılaşması
Fromm’a göre yabancılaşma bir puta tapmak gibidir. Putlaştırılan nesneye aslında aklın, sevginin, bilincin varlığa aktarılmış olunacağını söyler. Bu nesne artık insanın ürünü olmaktan çıkıp boyun eğilecek bir güç olarak algılanır. Tam da bu noktada kişi kendine yabancılaşır. Bu put tüketim, konfor, ideoloji de olabilir. Dolayısıyla o kişi de bir “ben” ya da “kimlik” kalmamıştır. Yine Fromm yabancılaşmayı “En Büyük Günah” olarak beyan etmektedir.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki; Kürtler hem toplumsal hem de zihinsel olarak derin bir yabancılaşma ve bunun sonucunda ise büyük bir anlam yitimi ile karşı karşıyadır. Büyük savaşlar ve soykırımlar yaşayan Kürtler büyük bir varoluş krizi yaşadığı gibi derin bir güvensizlik içindedir. Aslında “beyaz bir toplumda siyah olmak” deyiminin tam pratiğini Kürtler derin ve trajik bir biçimde yaşamaktadır. Ve pratiğin Kürt bireyinin ve toplumunun ruhu üstündeki etkileri nevrotik bir kişiliğe neden olmuş; basitleşmiş, etkisizleşmiş, eylemsizleşmiş, korku haline bürünmüştür. Kürtler büyük bir travma halindedir ve bu travmalar birikimsel ve tarihseldir. Bireysel ve toplumsal kimliğini sahiplenme ve reddedenlere karşı savunma halinde olmaları kolektif bir kaosa neden olmaktadır. Kürt her geçen gün bu kaotik ortamda bağımsız kişiliğini minimize etmektedir. Tarihinden, geleneğinden, bağımsızlığından, dilinden koparılan Kürt özüne aykırı bir hayat tarzına alıştırılmıştır. Bugün Kürt; yaşam öznesi olmaktan çıkarılmış bir nesne konumuna getirilmiştir. Artık Kürt başkalaşmıştır. Kendisi değildir. Kendisinden başka her şeydir.
Ali Şeriati; Medeniyet ve Modernizm adlı eserinde yabancılaşmayı (alinasyon) şöyle anlatmaktadır: “Aline olmuş” kelime olarak “Kötü Ruh sahibi” anlamına gelir. Eskiden kötü ruhlara inanırlardı. Bir kimse delirdiği zaman kötü bir ruha uğradığı ve kötü ruhun beynini etkilediği kabul edilirdi. Kötü ruhun tamamen bedene yerleştiği ve bu nedenle hasta adamın bundan böyle kendini bir insan olarak değil de kötü bir yaratık olarak algıladığı düşünülürdü. Aynı kelime (alinasyon) bugün bu tip bir hastalığı tanımlamak için sosyolog ve psikologlarca kullanılıyor.
Kürt toplumu yalnızlaşmıştır. Ama bu yalnızlık diğer halkların yalnızlığından farklıdır. Çünkü Kürt karşıtlarına benzediği ölçüde kendini güvende hissetme imkanı buluyor. Benliğini ortaya çıkardığında güvenini kaybedecektir. Kendisi olma ve kendisi için savaşma durumu bir suçluluk duygusuna yol açmaktadır. Dolayısıyla böyle bir toplum hasta/sakat bir toplumdur ve toplumsal hastalık herhangi bir toplumu; özgürlükten ve kendilerini gerçekleştirmekten yoksun bırakmıştır.
Kadim coğrafyada Kürtler “homo ludens” ilan edilip sömürülmüştür. Yani sömürenler için artık Kürt oynayan insandır. Siyasal, kültürel, ekonomik ve hatta teolojik olarak oynayan insandır. Kötü ruhlar tarafından ele geçirilen Kürt birey, heyecanla oyunun/işin içindedir. Ama ne iş onundur ne de sermaye… Bu Kürt büyük bir aşk ve iştahla kendini sömüren kişidir. Yine kötü Ruha karşı duran devrimci Kürt’ün de bilmesi gerekir ki Proleter Kürt yoktur. Çünkü Kürt’ün sanayisi yoktur.
Kötü ruh; bütün toplumsal, siyasal, ekonomik alanları ele geçirmiştir. Bazen bunu Foucault’un büyük denetim iktidarıyla yaparken bazen özgür bir toplum yaratmış ve özgür bir iktidarmış gibi davranır. Ama Kürt bu özgürlük içinde özne değil nesne konumundadır. Yine bazen zor kullanmaz. Olumlu duygular uyandırır. Böylelikle ayartır.
Eskiden Kürt; Biyo-İktidarlarca yönetilirdi. Foucault şöyle der: “Bana öyle geliyor ki insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin, sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor.”
Böylelikle Kürt toplumu büyük bir gözetim toplumuna dönüşmektedir. Kontrol toplumu dediğimiz Biyo-İktidar da bedeni yönetmeyi seçen bir iktidar tekniğidir. Ama artık yönetim ve iktidar teknikleri daha çok değişim göstermiştir. Biyo-İktidarın yerini Psiko-İktidarın psikolojik teknikleri almıştır. Artık Kürt’ün bedenindeki kötü ruhlar Kürt’ün bilinçaltına çalışmaktadır. Bilinçaltına kadar sömürgeyi pratikleştirir.
Çünkü kendi dilinden dahi rüya görmesine izin vermez.
Devamı Gelecek...